8 Ekim 2012 Pazartesi

Prag


Prag denildiğinde akla ilk gelen hep ne kadar romantik bir şehir olduğudur. Prag demeye durun ağzınızın önünde hemen insanlar biter, nedenlerini tek tek sıralarlar. Kimisi Charles köprüsünün üzerinde bir öpücük almanın hazzını,  kimisi komünizm yaşayıp geçirmiş bir şehrin tarihi ve sosyolojik yapısını ne kadar merak ettiğini anlatır.



Bir dönem değişim programıyla Paris’te bir üniversiteye geçiş yapmıştım, niyetimde dersten çok gezmek görmekti, iki senedir birlikte olduğum sevgilimle aynı şehirde yaşamaktı. Üstüne üstlük utanmadım Paris yetmez dedim sevdiceğim kalk gidelim Prag’ı görelim. Avrupa uyruklu bir sevgiliniz var ise sorun vize problemi olmadan her yeri gezip görmüş olmaları ama bizde öyle mi? Vize istiyorsan önce hak edeceksin. Konsolosluk kapılarını aşındıracaksın. Onun gitmediği şehirlerden Prag’ı bulduk, ben de zaten uzun süredir Prag hayalleriyle yaşıyordum.

Prag’a gitmeden önce hazırlıklarıma baskılara dayanamayarak Çekoslavakya’dan kaçıp Fransaya sığınan Milan Kundera’nın yazdığı kitap “Şaka” ile başladım.  Prag’ın masalsı cazibesinin romanlarına sindiği Çek yazar Franz Kafka’yı daha önce okumuştum, ama Milan Kundera hiç kısmet olmamıştı. Hakkını yememek lazım güzel bir kitaptı, bir çok Çek geleneği hikayenin içerisine sindirilmişti. Ancak hayal kırıklığım hikayenin Prag’tan ziyade doğduğu bölge olan Morovya’da geçiyor olmasıydı.

Araştırırken bir de baktım ki Prag bir ile başlıyor yirmiye kadar giden bölgelere ayrılmış. Bütün tarihi ve turistik bölgeler ise birinci bölgenin içerisindeymiş. Öğrenci mantığıyla otelin rezervasyonunu birinci bölgedeki en ucuz ama kalınabilecek otele yaptık. Uçak biletini de gidebileceğimiz tarih aralığında en uygun fiyatlı uçak biletleri ile tamamlayınca keyfimize diyecek yoktu.

Havaalanından öğleden sonra kalkan uçağımıza bindik. Olsun zaten yorgun oluruz bir günümüz yanmış olsun, saat sekizde orda olacağız müze mi kalır bir şeyler yeriz uyuruz, sabah erkenden başlarız şehri keşfetmeye diye kendi kendimize konuşuyoruz. Hani olur ya her uçak, otobüs yolcuğunda yanınızda mutlaka konuşmaya çok gönüllü bir genç olur. Geleneği bozmadık, onlar iki Fransız kaynatıyorlar ben olaya Fransız sadece gülümsüyorum anlıyormuş gibi yapıyorum. Sohbet canlısı genç arkadaşımızdan öğrendik ki Prag’a gittiğimiz gece “Müze Gecesi” imiş. Tüm müzeler gece yarısına kadar açık, üstelik girişler de ücretsiz bilsek seyahat tarihlerimizi ancak bu kadar denk getirebilirdik.

Uçaktan inince atladık taksimize otelin adını verdik, yolda giderken ben de inanılmaz bir hayal kırıklığı nerde o güzelim Prag binaları gözlerim arıyor bulamıyorum. Kendi kendimi telkin ediyorum ince zekamla Sabiha Gökçen Havaalanı çevresi ile Sultanahmet’i bir güzel karşılaştırıyorum. Ufak ufak güzel yapılar görünmeye başlıyor. Otelimize varıyoruz ancak taksiden inerken taksimetreden o bilindik kasa sesiyle fiş çıkıyor. Üzerinde ne kadar tuttuğu, kaç kilometre yol geldiğimiz hepsi ayrıntılarıyla yazıyor. Hemen çantama sokuşturdum. Gezilerden gittiğim restoranların kartvizitlerini, müze giriş kartlarını, minik notları saklamaya bayılırım.

Müze gecesi için kendimizi sokaklara atıp otelimize iki yüz metre olan metroya girdik ama ne yapacağımızı bilemez çocuklar gibiyiz. Metroya geçişler için turnikeler yok. Yerden bir metre yükseklikte sadece biletinizi okutmak için bir okuyucu var. Ne yapacağımızı anlayamayınca dur dedim bekleyelim, gidenler nasıl yapıyorsa biz de öyle yaparız. Gelen geçiyor, giden geçiyor. Üstelik kimse yanlış bir şey yapıyor gibi değil. Bu özel gece için ücretsiz olabileceğini düşünerek biz de geçtik. Ha ayrıca nereye giderseniz gidin Mustek durağında iniyorsunuz eğer o civara yakın bir otel bulursanız süper, biz sadece bir durak ilerideydik :)


Asıl şehrin içine inince masal şehrinden neyi kastettiklerini çıplak gözle gördüm. Ben karanlıkta şehirleri daha büyüleyici bulurum. Ne kadar ışık varsa o kadar canlıdır şehir o kadar yaşar. Kafamı kaldırdım ve ışıkların içinde muhteşem Prag kalesini gördüm. Sihirli bir dünyanın içinde salınıyorum adeta her şeyi unuttum o an, oraya gitmek istiyorum diyerek ben ilerlerken dur otobüse binelim diyerek beni gerçek hayata döndürdü yol arkadaşım yoksa ben uçarak gidebileceğime inanmıştım. Yol arkadaşları bu yüzden gereklidir göçmen kuşlar gibi kendinizi ve yolunuzu kaybetmenize izin vermezler.

En tepeden başlamak pek mantıklı olmasa da öyle yaptık aşağıya geri dönüp bir iki müze gezene kadar da gece yarısı olmuş oldu. Öyle bir kalabalık vardı ki, fazlasını o gece yapmamız mümkün de değildi. Prag inanılmaz turist çeken bir bölge, yollarda gördüğümüz çoğunluğun turist olduğunu anlayabiliyorduk. Sonraki günlerde ise daha kolay bir yolunu bulduk, Prag’ın yerlisi olan insanlar hep çok sakinler heyecansız ama dupduru sanki onlar için her şey netliğine kavuşmuş. O anlarda şaşırarak dalga geçtiğimiz gençlerin beyaz çorapla sandalet giymelerinin, kıyafetlerindeki özensizliğin şimdi bilmediklerinden değil gerçekten önemsemedikleri için olduğunu daha net görüyorum.



Prag’a gidip komünizm müzesine gitmemek olur mu? Komünizm müzesini yollarda ararken uzaktan afişi gözüme takılınca o an gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Komünizm müzesi birinci kat, casino’nun yanında yazıyordu. Alt katında ise McDonalds vardı. Elbette o yazıyı kinayenin farkında olarak yazmışlardı. Yine de bir garip oluyor insan, irkiliyor. Nereden nereye diye aklınızdan düşüncelerin akıp gitmesine engel olamıyorsunuz. Maalesef komünizm müzesinin bile ticari kaygılarla yapılmış olduğunu gördüm. Karl Marx’ın bir heykeli, birkaç serpiştirilmiş tarım malzemesi, iş aletleri hepsi bu.  Prag adım başı müzelerle dolu; birkaç örnek vermek gerekirse: İşkence aletleri müzesi, erotik müze, balmumu heykel müzesi…

Komünizm gelmiş geçirmiş bir ülke şanına sahip olsa da her başınızı çevirdiğiniz yerde casino görüyorsunuz. Fakat casinoların sadece turist çekmeye yönelik olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Gittim ve gördüm. Hatta sadece biz vardık, her köşe başına casino koyarsan olacağı boş ve ruhsuz casinolar olur. Öyle havada uçuşan kartlar, kahkahalar, erkeklere eşlik eden sırım gibi hanımefendiler de yoktu.


Tabi biz bu bütün gezilerimiz sırasında en baştada söylediğim gibi hiç bilet alan birini görmediğimizden tabi ki almadık. Şehir içinde otobüs misali bizim Taksim Tramvayımız gibi şehir içi hatlar var, bildiğin hat ama bizimki gibi nostaljik olsun diye değil. Onlardan birine bindik nereye gidiyoruz bilmiyoruz. Cam kenarında koltuklar tekli, ben oturdum arkamda da Pierre oturuyor. Arka kapıdan bir adam bindi sandaletli şort, tshirt var üzerinde geldi Pierre’e bir şeyler söylüyor elinde de bir metal arma biz de bir şey satmaya çalışıyor sanıyoruz Pierre “No thanks” diyerek kafasını iki üç kere çevirdiyse de adam susmuyor en son “Ticket Control Ticket Control” dediğinde anladık ne olduğunu… Ben çantamda arıyormuşum gibi yapıyorum attık galiba falan diyoruz atmayacaktınız diyor. Pasaportumuzu istiyor biz pasaportları vermedik tabi yanımızda değil diyerek öğrenci kimliklerimizi verdik. Cezası kişi başı 35 euro imiş. Para yok yanımızda falan diyorum kredi kartı yok mu inince ödersiniz diye ısrar ediyor. Döndüm yarım yamalak Fransızcamla ödeyecek miyiz falan diyorum Pierre de bana önemli mi o kart eğer değilse inince hemen koşarak kaçalım diyor. Allam gözüm almıyor nasıl kaçacağız nereye kaçacağız sınır dışı edecekler bizi 70 euro için. Dedim yok olmaz inelim indiğimiz yerde para çeker öderiz. Zira öyle de yaptık. Siz siz olun aa kimse bilet almıyor diye bizim gibi saf saf bilet almamazlık yapmayın.

Makara :)


Şu sıralar pek popüler olan Kuzey Güney dizisindeki "Makara"'yı ben ilk orda tatmak şansına sahip olmuş ve bayılmıştım aa bu bizim orda niye yok yaa demiştim hatta ama işte aklıma edeyim ki bununla ilgili bir şey yapmadım. Yani neymiş siz siz olun düşündüklerinizi gerçekleştirmek için bir adım atın :)



Son tavsiye benim gibi eğer gittiğim her yerin yöresel yemeklerini de tadayım diye bir ilginiz varsa; yapmayın. Gulaş diye bir şey var zaten her yemekte, Türkçesi bence bulamaç. Rezalet. Yiyecek konusunda sıkıntı çekmezsiniz, her tarz yemek bulabilirsiniz. Restoranların en garip yanı masalarda peçetelik içinde çatal bıçaklar duruyor; kendi servisinizi kendiniz açıyorsunuz. Restoranlar genellikle koyu ve loş, belli ki öyle seviyorlar. Ama tam meydanda Hotel Prince'in restoranı var yemekleri harikaydı. Bayıldık. Baya baya gurme bir yemek yedik ağız tadınıza önem veriyorsanız bir deneyin derim tatlılarına kadar her şey çok çok güzel!

 Tam taş Charles köprüsü karşısında Franz Kafka müzesinin yanında hoş bir cafe vardı orada güzelim köprüye karşı bir kadeh içmeden dönmeyin inanılmaz keyifli oluyor.