7 Aralık 2012 Cuma

İki ucu boklu değnek

Hiç bir zaman uçlarda olmadım.

Ne en tepede, ne en dipte.

Ne en sağda, ne en solda.

Ne en önde, ne en arkada.

Orta seviyeyle ilkokul, orta okul, ve liseden mezun oldum.
En çok orta okulu sevdim.

Üniversiteye geldim, en çok çan eğrisini sevdim.
Ortalama ortaları hep sevdim.

Kalıplar ve tanımları da sevmedim.
Hiç birine tam bağlı kalmadım.

O yüzden kimsenin ne en iyi, ne en kötü dostu oldum.
Hep sevildim, hiç nefret edilmedim.

Hayat iki ucu boklu bir değnek iken,
Kaybettiğimi sananlar oldu.

Hep ben kazandım.

8 Ekim 2012 Pazartesi

Prag


Prag denildiğinde akla ilk gelen hep ne kadar romantik bir şehir olduğudur. Prag demeye durun ağzınızın önünde hemen insanlar biter, nedenlerini tek tek sıralarlar. Kimisi Charles köprüsünün üzerinde bir öpücük almanın hazzını,  kimisi komünizm yaşayıp geçirmiş bir şehrin tarihi ve sosyolojik yapısını ne kadar merak ettiğini anlatır.



Bir dönem değişim programıyla Paris’te bir üniversiteye geçiş yapmıştım, niyetimde dersten çok gezmek görmekti, iki senedir birlikte olduğum sevgilimle aynı şehirde yaşamaktı. Üstüne üstlük utanmadım Paris yetmez dedim sevdiceğim kalk gidelim Prag’ı görelim. Avrupa uyruklu bir sevgiliniz var ise sorun vize problemi olmadan her yeri gezip görmüş olmaları ama bizde öyle mi? Vize istiyorsan önce hak edeceksin. Konsolosluk kapılarını aşındıracaksın. Onun gitmediği şehirlerden Prag’ı bulduk, ben de zaten uzun süredir Prag hayalleriyle yaşıyordum.

Prag’a gitmeden önce hazırlıklarıma baskılara dayanamayarak Çekoslavakya’dan kaçıp Fransaya sığınan Milan Kundera’nın yazdığı kitap “Şaka” ile başladım.  Prag’ın masalsı cazibesinin romanlarına sindiği Çek yazar Franz Kafka’yı daha önce okumuştum, ama Milan Kundera hiç kısmet olmamıştı. Hakkını yememek lazım güzel bir kitaptı, bir çok Çek geleneği hikayenin içerisine sindirilmişti. Ancak hayal kırıklığım hikayenin Prag’tan ziyade doğduğu bölge olan Morovya’da geçiyor olmasıydı.

Araştırırken bir de baktım ki Prag bir ile başlıyor yirmiye kadar giden bölgelere ayrılmış. Bütün tarihi ve turistik bölgeler ise birinci bölgenin içerisindeymiş. Öğrenci mantığıyla otelin rezervasyonunu birinci bölgedeki en ucuz ama kalınabilecek otele yaptık. Uçak biletini de gidebileceğimiz tarih aralığında en uygun fiyatlı uçak biletleri ile tamamlayınca keyfimize diyecek yoktu.

Havaalanından öğleden sonra kalkan uçağımıza bindik. Olsun zaten yorgun oluruz bir günümüz yanmış olsun, saat sekizde orda olacağız müze mi kalır bir şeyler yeriz uyuruz, sabah erkenden başlarız şehri keşfetmeye diye kendi kendimize konuşuyoruz. Hani olur ya her uçak, otobüs yolcuğunda yanınızda mutlaka konuşmaya çok gönüllü bir genç olur. Geleneği bozmadık, onlar iki Fransız kaynatıyorlar ben olaya Fransız sadece gülümsüyorum anlıyormuş gibi yapıyorum. Sohbet canlısı genç arkadaşımızdan öğrendik ki Prag’a gittiğimiz gece “Müze Gecesi” imiş. Tüm müzeler gece yarısına kadar açık, üstelik girişler de ücretsiz bilsek seyahat tarihlerimizi ancak bu kadar denk getirebilirdik.

Uçaktan inince atladık taksimize otelin adını verdik, yolda giderken ben de inanılmaz bir hayal kırıklığı nerde o güzelim Prag binaları gözlerim arıyor bulamıyorum. Kendi kendimi telkin ediyorum ince zekamla Sabiha Gökçen Havaalanı çevresi ile Sultanahmet’i bir güzel karşılaştırıyorum. Ufak ufak güzel yapılar görünmeye başlıyor. Otelimize varıyoruz ancak taksiden inerken taksimetreden o bilindik kasa sesiyle fiş çıkıyor. Üzerinde ne kadar tuttuğu, kaç kilometre yol geldiğimiz hepsi ayrıntılarıyla yazıyor. Hemen çantama sokuşturdum. Gezilerden gittiğim restoranların kartvizitlerini, müze giriş kartlarını, minik notları saklamaya bayılırım.

Müze gecesi için kendimizi sokaklara atıp otelimize iki yüz metre olan metroya girdik ama ne yapacağımızı bilemez çocuklar gibiyiz. Metroya geçişler için turnikeler yok. Yerden bir metre yükseklikte sadece biletinizi okutmak için bir okuyucu var. Ne yapacağımızı anlayamayınca dur dedim bekleyelim, gidenler nasıl yapıyorsa biz de öyle yaparız. Gelen geçiyor, giden geçiyor. Üstelik kimse yanlış bir şey yapıyor gibi değil. Bu özel gece için ücretsiz olabileceğini düşünerek biz de geçtik. Ha ayrıca nereye giderseniz gidin Mustek durağında iniyorsunuz eğer o civara yakın bir otel bulursanız süper, biz sadece bir durak ilerideydik :)


Asıl şehrin içine inince masal şehrinden neyi kastettiklerini çıplak gözle gördüm. Ben karanlıkta şehirleri daha büyüleyici bulurum. Ne kadar ışık varsa o kadar canlıdır şehir o kadar yaşar. Kafamı kaldırdım ve ışıkların içinde muhteşem Prag kalesini gördüm. Sihirli bir dünyanın içinde salınıyorum adeta her şeyi unuttum o an, oraya gitmek istiyorum diyerek ben ilerlerken dur otobüse binelim diyerek beni gerçek hayata döndürdü yol arkadaşım yoksa ben uçarak gidebileceğime inanmıştım. Yol arkadaşları bu yüzden gereklidir göçmen kuşlar gibi kendinizi ve yolunuzu kaybetmenize izin vermezler.

En tepeden başlamak pek mantıklı olmasa da öyle yaptık aşağıya geri dönüp bir iki müze gezene kadar da gece yarısı olmuş oldu. Öyle bir kalabalık vardı ki, fazlasını o gece yapmamız mümkün de değildi. Prag inanılmaz turist çeken bir bölge, yollarda gördüğümüz çoğunluğun turist olduğunu anlayabiliyorduk. Sonraki günlerde ise daha kolay bir yolunu bulduk, Prag’ın yerlisi olan insanlar hep çok sakinler heyecansız ama dupduru sanki onlar için her şey netliğine kavuşmuş. O anlarda şaşırarak dalga geçtiğimiz gençlerin beyaz çorapla sandalet giymelerinin, kıyafetlerindeki özensizliğin şimdi bilmediklerinden değil gerçekten önemsemedikleri için olduğunu daha net görüyorum.



Prag’a gidip komünizm müzesine gitmemek olur mu? Komünizm müzesini yollarda ararken uzaktan afişi gözüme takılınca o an gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Komünizm müzesi birinci kat, casino’nun yanında yazıyordu. Alt katında ise McDonalds vardı. Elbette o yazıyı kinayenin farkında olarak yazmışlardı. Yine de bir garip oluyor insan, irkiliyor. Nereden nereye diye aklınızdan düşüncelerin akıp gitmesine engel olamıyorsunuz. Maalesef komünizm müzesinin bile ticari kaygılarla yapılmış olduğunu gördüm. Karl Marx’ın bir heykeli, birkaç serpiştirilmiş tarım malzemesi, iş aletleri hepsi bu.  Prag adım başı müzelerle dolu; birkaç örnek vermek gerekirse: İşkence aletleri müzesi, erotik müze, balmumu heykel müzesi…

Komünizm gelmiş geçirmiş bir ülke şanına sahip olsa da her başınızı çevirdiğiniz yerde casino görüyorsunuz. Fakat casinoların sadece turist çekmeye yönelik olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Gittim ve gördüm. Hatta sadece biz vardık, her köşe başına casino koyarsan olacağı boş ve ruhsuz casinolar olur. Öyle havada uçuşan kartlar, kahkahalar, erkeklere eşlik eden sırım gibi hanımefendiler de yoktu.


Tabi biz bu bütün gezilerimiz sırasında en baştada söylediğim gibi hiç bilet alan birini görmediğimizden tabi ki almadık. Şehir içinde otobüs misali bizim Taksim Tramvayımız gibi şehir içi hatlar var, bildiğin hat ama bizimki gibi nostaljik olsun diye değil. Onlardan birine bindik nereye gidiyoruz bilmiyoruz. Cam kenarında koltuklar tekli, ben oturdum arkamda da Pierre oturuyor. Arka kapıdan bir adam bindi sandaletli şort, tshirt var üzerinde geldi Pierre’e bir şeyler söylüyor elinde de bir metal arma biz de bir şey satmaya çalışıyor sanıyoruz Pierre “No thanks” diyerek kafasını iki üç kere çevirdiyse de adam susmuyor en son “Ticket Control Ticket Control” dediğinde anladık ne olduğunu… Ben çantamda arıyormuşum gibi yapıyorum attık galiba falan diyoruz atmayacaktınız diyor. Pasaportumuzu istiyor biz pasaportları vermedik tabi yanımızda değil diyerek öğrenci kimliklerimizi verdik. Cezası kişi başı 35 euro imiş. Para yok yanımızda falan diyorum kredi kartı yok mu inince ödersiniz diye ısrar ediyor. Döndüm yarım yamalak Fransızcamla ödeyecek miyiz falan diyorum Pierre de bana önemli mi o kart eğer değilse inince hemen koşarak kaçalım diyor. Allam gözüm almıyor nasıl kaçacağız nereye kaçacağız sınır dışı edecekler bizi 70 euro için. Dedim yok olmaz inelim indiğimiz yerde para çeker öderiz. Zira öyle de yaptık. Siz siz olun aa kimse bilet almıyor diye bizim gibi saf saf bilet almamazlık yapmayın.

Makara :)


Şu sıralar pek popüler olan Kuzey Güney dizisindeki "Makara"'yı ben ilk orda tatmak şansına sahip olmuş ve bayılmıştım aa bu bizim orda niye yok yaa demiştim hatta ama işte aklıma edeyim ki bununla ilgili bir şey yapmadım. Yani neymiş siz siz olun düşündüklerinizi gerçekleştirmek için bir adım atın :)



Son tavsiye benim gibi eğer gittiğim her yerin yöresel yemeklerini de tadayım diye bir ilginiz varsa; yapmayın. Gulaş diye bir şey var zaten her yemekte, Türkçesi bence bulamaç. Rezalet. Yiyecek konusunda sıkıntı çekmezsiniz, her tarz yemek bulabilirsiniz. Restoranların en garip yanı masalarda peçetelik içinde çatal bıçaklar duruyor; kendi servisinizi kendiniz açıyorsunuz. Restoranlar genellikle koyu ve loş, belli ki öyle seviyorlar. Ama tam meydanda Hotel Prince'in restoranı var yemekleri harikaydı. Bayıldık. Baya baya gurme bir yemek yedik ağız tadınıza önem veriyorsanız bir deneyin derim tatlılarına kadar her şey çok çok güzel!

 Tam taş Charles köprüsü karşısında Franz Kafka müzesinin yanında hoş bir cafe vardı orada güzelim köprüye karşı bir kadeh içmeden dönmeyin inanılmaz keyifli oluyor.






26 Eylül 2012 Çarşamba

Mektup

Hayvan haklarından falan bahsetmeyeceğim. Hayvan haklarından bahsetmeyi çok ilkel buluyorum, ve bu insanların ilkelliğinden kaynaklanıyor.

Başıma gelen bir olayı anlatarak konuyu bağlayacağım.

Bahçemizde bir Golden Retriever köpeğimiz var ama pek eğitimli değil. Eğitimli değilden kastım otur dediğinizde oturmuyor kıçını sallayarak kaçıyor, sizinle her zaman oyun oynamak istiyor. Doğası gereği bu tür köpekler oyun köpekleridir, herneyse konumuz bu değil.

Son günlerde köpeğimiz dış kapıyı aralık bıraktığımızda arka ayaklarının üzerinde kapıya patilerini koyup ağırlığıyla kapıyı iterek aralayıp önce o aralığa kafasını sokup daha sonra bedenini geçirerek içeri girmeyi öğrendi. İçeri girdiğinde de ayakkabı vs alıp kaçabiliyor.

Kuzenimin ayakkabısını almış kaçmış, eniştemde çok öngörülü biri olduğundan kardeşimi çevirerek demiş ki; "eğer bir daha olursa köpeğinize veda edersiniz."

Şimdi bu lafına hitaben ona bir mektup yazmak istiyorum.

Sevgili Enişteciğim,

Sana kalkıp hayvan haklarından falan bahsetmeyeceğim ama biraz insan olmanın esaslarını vurgulamakta yarar görüyorum. İnsan doğası gereği "düşünebilen bir hayvan" olarak anılır. Bunun bizi hayvanlardan daha üstün kıldığını düşünüyorsun sanırım ama ben bu tanımı biraz açarak aslında ne anlama geldiğini kendimce açıklamak istiyorum.

Örneğin düşünebildiğimizden ötürü yaptığımız hareketlerden, söylediğimiz sözlerden bir hayvana oranla daha sorumlu olmamız gerekiyor. Bir hayvan hatalarından bir insana oranla daha az sorumludur.

Hatta şimdi konuya hayvanlar üzerinden girince kızarsın belki diye konuyu bir de başka bir yönden ele almak istiyorum. Geçenlerde 11 aylık kuzenim canım benim senin sevgili oğlun, ben içerdeyken bir an unutup koltuğun üzerinde bıraktığım telefonumu almış ve üst tuşlarını üst dişleri kaşındığı için dişlerken parçalamış. Benim kalkıp böyle bir durumda minik kuzenimi suçlama ya da ona kızma hakkım var mı? Bana uyuzluk olsun diye de yaptığını sanmıyorum; oyun ve oral dönemleri emeklemeye de başladı malum çocuk bu ne bulsa ağzına sokuyor. Ben gelip sana "eğer bir daha olursa oğluna veda edersin" deseydim ne hissedeceğini az çok tahmin edebiliyorsundur. Ama ben sana bir şey söylemeyi bırak kuzenime içten içe bir gram bile "kızmadım".

Ha şimdi sen diyorsundur itinle oğlumu aynı kefeye mi koyuyorsun?

İşte sen niye koymuyorsun? Problemin burada olduğunu gördüğünde eminim artık bu konuda tartışmayacağız.

Kendini üstün görüyorsan bile düşünen bir hayvan olarak; üstünlüğün kendinden güçsüz birini ezmene haklı neden verdiğini de düşünmüyorum. Zira güçlünün güçlüsü var yarın biri gelir seni neyse. Umarım artık sen de öyle düşünüyorsundur.



21 Temmuz 2012 Cumartesi

Aşk tavsiyesi

Ben bir buçuk kere aşık oldum.

İnsan bir buçuk kere nasıl aşık olur diyenler olacaktır. Çoğumuz için aşk ya hep ya hiçtir.

Her genç kızın saçma sapan bunalımlarla kaynayan aşk dolu dönemleri olmuştur. Kaynar durursunuz, o sıralar çok aşığım dediğiniz insanların seneler sonra ne derece hiç olduklarını görünce sadece gülümsersiniz; pişmanlık değildir tecrübe olur ne bileyim macera olur. Ama asla pişmanlık olmaz. O hislerin adını illa koymanıza gerek yok. Hormonlar olabilir, aşk olabilir, kalp ferahlaması olur herşey olur.

Ben de bir ara kendimi çok boşlukta hissettiğimde çok aşıktım neden olmadı diye dövünürken babama sordum:

"Aşk mı mantık mı baba?" dedim.

Belki de annemle birbirlerine tutkuyla bağlı olan babamdan aşkının peşinden git kızım aşk herşeye değer cevabını bekledim.

"Mantıklı aşk kızım" dedi.

Konuşma bitmişti zaten sonra bu cevabı hiç aklımdan çıkarmadım. Kalkıp ben mantık evliliği yaptım ya da aşk evliliği yaptım gibi söylemler duyarsınız.

Kimi mantıkla yapılan evlilikler bir süre sonra aşık olmadığınız bir adama tahammülünüzün yetersizliğinden biter. Mantıklı olsun nasıl olsa aşık olurum klişesinden uzak durun. Adamın ter kokusu bile batar, niye kahvaltıda çayını benden önce bitiriyor insan böyle de hödük olur mu diyerek gün gelir boşanma kararı alınır.

Kimi "salt" aşk evliliklerinde ise görmezden gelinen bir çok değer olur; ailelerimiz anlaşamasın bize ne kime ne? Birlikte her zorluğun üstesinden geliriz. O budist ben teist ne olmuş. O sağcı ben solcuyum ne olmuş derken birbirinizin sandığa hangi oyu attığını tartışmaya başlarsınız aşk yıpranır yıpranır; en acı bir şekilde evliliğinizde birbirinizden uzaklaştığınızı görürsünüz. Görünmez bir tutku sizi sürekli bir araya çekerken; görünür bir ayrım sizi sürekli birbirinizden uzaklaştırır.

Mantıklı aşk'ı ise açıklamayacağım. Aranılarak bulunacak bir şey olduğuna inanmıyorum. O gelecek, ve siz hissedeceksiniz. Hayatınızda her şey yerli yerine oturacak ve siz hiç bir konuda endişelenmeyeceksiniz bile.

İlk ve son aşk tavsiyem olsun.
logolu şeker

4 Haziran 2012 Pazartesi

Salak mısın kızım sen vol2

Benim dedem ben bir yaşındayken vefat etmiş o yüzden çok hatırlamıyorum tabi ki hikayelerden biliyorum nasıl biridir ne yapmıştır ne etmiştir. Dedemle babamlar şehir şehir gezmişler; babam Sivas'ta doğmuş neyse efendim Kütahya, Ankara bir çok şehirde kalmışlar.

Babam bana ufakken şöyle bir anısını anlatmıştı ben de öyle etkilenmişim ki aklımın bir köşesinde kalmış.
Babamlar Ankara'da yaşarken, babam 9-10 yaşlarında o sıralar dedem babamı Anıtkabir'e götürüyor. Anıtkabir'de dedemin çok yakın üst düzey güvenlikte çalışan bir arkadaşı varmış. Hep böyle bir çok yeri inşa ettiğinden ötürü geniş bir çevresi olan hatrı sayılır biriymiş.

Bu üst düzey güvenlik Anıtkabir'in girilmez bir bölümünden sorumluymuş. Bu bölümde Atatürk'ün mumyalanmış bedeni cam bir tabut mu diyeyim artık öyle bir bölmede saklanıyormuş. Hani bizim o üstten gidip gördüğümüz, çelenk koyduğumuz mezarın alta doğru bir devamı varmış. Dedemin de bu adam arkadaşı olduğundan babam kitli kapılardan falan geçerek Atatürk'ün bedenini görebilen şanslı insanlardan biriymiş.

Tabi ki ben inanılmaz etkilendim, Atatürk sonuçta bu boru değil. Keşke ben de görebilsem hala o adam orda mıdır falan diye babamı baya darladım o aralar çok net hatırlıyorum ama mümkün değil falan diyerek beni geçiştirdi.

Gel gelelim ben geldim orta okul çağına orta sondayım yanlış hatırlamıyorsam. Anıtkabir gezisi olacak Ankara'ya, ben de hava atacağım ya babamın bana bin nasihatle bak kimseye söyleme dediği sırrını ifşa ettim. Hocam diyor yok kızım olur mu öyle şey falan, yanlış anlamışsındır. Ben de sakin bir çocuğum çok itiraz edip diklenmedim ama ciddiye alınmayınca baya bozuldum.

Akşam eve geldim babama anlatıyorum baba böyle böyle salak kadın inanmadı bana diye babam nasıl gülüyor ama "eh be salak kızım sen buna inanmışmıydın" demesiyle beynimden vuruldum. Adam anlattığını bile unutmuş böyle bir şeyi yani o derece. Ben de rezil olduğumla kaldım.

Babana bile güvenmeyeceksin arkadaş.
Cık cık.

nişan çiçeği

31 Mayıs 2012 Perşembe

Salak mısın kızım sen vol1

Erkek dediğin şiirini Cancım Dündarcım değil de ben yazmış olsaydım eğer şiirden ziyade tek bir cümle olurdu:

Erkek dediğin kitap okumalıdır.

Her ne menemse böyle bir takıntım var idi zamanında, hala var ama çaktırmıyorum. Yolda, metroda, otobüste sürekli elinde gazete okuyan ve genellikle nedense hep spor sayfasını okurken denk geldiğim erkekleri gördükçe delleniyordum. Bu bende öyle bir takıntı haline gelmişti ki sürekli etrafımı tarıyorum bir tane aklı selim, eli kitap tutan bir adam illa ki bulacağım.

Hayır benim olmasa da olur, ama nolur olsun böyle adamlar diye tek üzüntüm.

Günlerden bir güüün, lise sondayım o zaman okul çıkışı dershaneye gideceğim. Metroda baktım kumral saçlı, çimen yeşili gözlü, benim yaşlarımda bir çocuk elinde orta kalınlıkta bir kitap yürüyor. Nasıl mutlu oldum ama Arşimet suyun kaldırma kuvvetini bulduğunda o kadar sevinmemiştir.

Ne okuyor acaba diye düşünürken bir baktım peşine takılmışım taktım kafaya ne okuduğunu göreceğim. Bir de aksilik değil mi tersi yöne gidiyor, yanımda bir arkadaşım vardı yazık o da nereye yaa diye peşimden sürükleniyor.

Gözlerimi kıstım yanından geçerken şahin gibi hedefe kitlendim ve kitabın adını okudum:

EHLİYET SINAV SORULARI.

Devamını anlatmıyorum komik değil çünkü. Pislik çocuk oysa nasıl da heveslenmiştim.

Kıssadan hisse dağılın lan.



26 Nisan 2012 Perşembe

Çocuk Bayramı

Uzun yıllar sonra çocukluk oyunlarımı yeniden oynadım, oyuncular yeniden çocuklardı aralarında sadece ben büyüktüm ama kendimi küçücük hissediyordum.

Kendini iyi hissetmek ya da vicdanını rahatlatmak için yardıma muhtaç insanlara yardım edenleri sanırım asla anlayamayacağım. Benim vicdanım parçalandı, kendimi çok kötü hissettim. Daha fazlasını yapamadığım, yapamayacağım için. Elimden geleni yaptığım için mutlu olamadım.

Bu sanırım ikinci denememdi.

23 Nisan Çocuk Bayramı öncesi hani hep derler ya Atatürk'ün çocuklara armağanıdır diye internetten hikayesi var mı bir bakayım dedim. Vikipedia'da Kurtuluş Savaşı sonrası birçok şehit verildiğinden yetim kalan çocuklara yardım toplamak amacıyla Kızılay ( o zamanki adıyla Hilal-i Ahmer) tarafından oluşturulmuş bir bayram olduğunu okudum. Bakın beni o kadar etkilemiş ki bunları yeniden Vikipedia'ya bakıp doğrulama ihtiyacı olmadan yazıyorum. Herneyse daha sonra benim için 23 Nisan nedir diye bir düşündüm gözümün önüne hep şenlikler, kutlamalar geldi. Bayramı sahiplerine iade edeyim diye 23 Nisan'ı bir yardıma muhtaç çocuklar yuvasında geçireyim dedim.

Mutsuzlar, insanlar kötü davranıyor gibi bir durum yok. Aksine gittiğimde parti veriyorlardı, bir palyaço yüzlerini boyuyordu, dans ediyorlardı. 7-13 yaş grubu çocuklar hep birlikte gayet mutlu olduklarını gördüm, herkes güleryüzlüydü.

Sonra bir kız geldi yanıma adımı sordu Dilan dedim, inanamadı.
Onun adı da Dilan'mış. Sonra hangi takımlısın dedi Galatasaray dedim, gözlerini açarak bana koluna palyaçoya yazdırdığı sarı-kırmızı Galatasaray yazısını gösterdi.

Sonra beni kolumdan tuttu, tek tek tüm arkadaşlarına: Adı ne biliyor musun? Hangi takımlı peki?
Aynı benim gibi! diye herkese gösterdi.

Adını Feriha Koydum'daki Rüya'ya benzettiler beni, o kız hamileymiş sanırım daha ufak yaşlarda bir kız karnıma dokunarak bebeğimin nerde olduğunu sordu. Sonra bana yarısı Rüya diye seslendi, yarısı Dilan.

Bahçeye inelim diye elimden çekiştirdi, çocukluğumun oyunu iple üçgen oynadık.
Yaşlanmışım ama yoruldum valla ama hepsi çekirge gibi yorulmak bilmiyorlardı.

Herşey çok keyifliydi, gitme anına kadar.

Annem ve kardeşlerimde benimleydi, gideceğimizi söylediğimde anneme gitmesini beni sonra iş çıkışı gelip almasını söylediler. İnanılmaz sevimlilerdi.

Hani bazı klişe olaylar vardır her filmde sık sık tekrarlanır, aman bu da filmlerde hep böyle oluyor dersiniz. Öyle oldu. Keşke filmlerde kalsaymış dedim.

Yine geleceğim ben merak etmeyin dedim,
Herkes öyle diyor ama kimse gelmiyor dediler.

Hepimizin o anın etkisinde kaldık o an, elbette yine gideceğim ama benim vicdanım falan rahatlamıyor böyle konularda daha çok üzülüyorum.

Sadece benim gitmemle olmuyor, zaten beceremiyorumda.
Zaman bulursanız, gidin görün ve en önemlisi birlikte zaman geçirin.


İyi Geceler.
çikolata

8 Mart 2012 Perşembe

Kadına Şiddete Hayır, Erkeğe Şiddete Evet!

Bu günün dünya kadınlar günü olması neticesiyle herkes çok güzel şeyler yazdı, çizdi. Okuduk, gururlandık kendimizle, iyi ki varsınız dediler iyi ki de varız.

Kimse kusura bakmasın ama ben bu gün içten içe keşke şu kadına şiddete hayır tarzı sloganlar bu gün olmasaymış diye içimden geçirdim. Kadınla şiddeti yan yana kullanmak, bunu bilinçaltlarımıza farkında olmadan işlememize neden oluyor. Kadınla bu kadar şiddet kavramının iç içe geçirilmesinden ben rahatsız oluyorum.

Kadın öylesine muhteşem bir varlık ki adı bu gün hep güzel şeylerle anılmalıydı.

Gözlerimizi kapayamayız, var olan gerçeklere kulağımızı mı tıkayalım diye düşünenler olabilir ama ben de diyorum ki düşünmeyelim bile artık bunları. Şiddete genel anlamıyla karşı çıkalım. Kimin kime sırf daha güçlü diye bu şekilde üste çıkmaya hakkı olabilir ki?

Pozitif ayrımcılıkta olsa negatif ayrımcılıkta olsa ayrımcılığın her türlüsüne karşıyım.

Kadını, erkeği, eşcinseli, hayvanı, evsizi, yalnızı, fakiri, zengini kim olursa olsun ayrışmadan;

Şiddete hayır.


13 Şubat 2012 Pazartesi

Bir tek dileğim var sen mutsuz ol yeter

Eski sevgililer gariptir, sizi geliştirirler kimi zaman geriye sararlar ama hep bir yerde dururlar. Çeşit çeşittirler, eğlenceliler, komikler, aşırı romantikler, aşırı hödükler. Özgürlüğüne ölümüne düşkün biri olarak benim hayatımdan maçosu, hırbosu pek geçmedi ama öyleleri de var elbet. Zevk meselesi bir şey demiyorum bazı kızlar saçımdan tutsun beni duvara vursun oy oy öyle çok seviyor ki beni diye dolanıyorlar ya canlarım benim onlar ayrı apayrı bir uzmanlık alanı.

Sen zaten benden iyisini bulamazsıncı adamın egosundan çöp poşeti yapıp, onu kendini beğenmişlikleriyle parçalara ayırıp o poşete koyup derin denizlere atmak istesem herhalde abartmış olmam. Özgüvenine yandığımın hırbosu, ne sanıyorsun sen kendini? Hayır yani ben bile demiyorum benden iyisini bulamazsın diye sana ne oluyor dimi ama? Cık cık.

Sonra bu adamı terkedersen bu defa benden iyisini bulamazsın modundan, sen nasılsa pişman olup dönüp dolaşıp nasıl olsa bana geleceksin moduna geçer.

Diyeceği;
 "O zamanlar söylediklerin için üzüleceksin, bana gelip özürler dileyeceksin ama ben sana senin bana bu günlerde olduğun kadar gaddar olmayacağım."

Demek istediği;
"Özgüvenim tavan, götüm yayvan."

Sağol canım be, ne süper adammışsın sen. Az önce özgüven coşmuştu, göt tavandaydı götünü ne zaman tavandan indirip bu kadar bağışlayıcı oldun sen? Kimi neyi bağışlıyorsun hem sana gelen kim beybiboy?

Böyle adamlar çok şeker, üzmeyin onları. Bir gün pişman olacağımı bilsem de bunu ikimiz için yapmalıyım diyerek terkedin ki bu mallıklarına özgüvenine gelecek ilişkilerinde de devam etsin hep dalga konusu olsun. Mazallah yoksa aklı başına gelir falan arkamızda geleceği mutlu olan bir eski sevgili bırakmak istemeyiz. 

Bir tek dileğim var sen mutsuz ol yeter  <3

1 Şubat 2012 Çarşamba

Günahkar Şehirli

Orada bir yerde olduğunu bildiğim milyonlarca doğa, kasaba, deniz, köy hayranı var biliyorum. Derler ya emekliliğim gelse herşeyden elimi ayağımı çeksem de bir sahil kasabasına yerleşsem diye bu fikir bana o kadar uzak ki kendimden şüphelenmeye başladım.

Bu kadar insan yanılıyor olamaz, kendine gel günahkar şehirli diye ağzıma geleni kendime sayıyorum yapma etme diyorum ama sonuç olarak ı-ıh ben şehir insanıyım.

Gökdelenler arasında yaşayayım, korna sesleri kulağımda çınlasın, o pis eksoz kokularından zehirleneyim ama şehirde olayım, nasıl mutluyum keyfime diyecek yok. Sizin o eksoz kokuları, kanserojen, hormonlu dediğiniz her şeyi ben zararlı olduğunu bildiği halde cips yiyen çocuklar kadar seviyorum.

Hareketlilik, hayat, bir yerde çığlıklar atan, kahkahalar atan insanlar ruhumu neşelendiriyor. Kendimi hayatın içinde tam ortasında hissetmemi sağlıyor. Tokuşturulan kadeh sesleri, sokak müzisyenleri, onları toplanıp dinleyen kalabalık, o kalabalıktan yükselen kendi aralarındaki konuşmalar ben bunlar hayatımın genelinde olsun istiyorum.

Daha gencim, kanım deli gibi akıyor ve yaşlandığımda fikirlerim değişecek olabilir ama benim yaşımda bir sürü sahil kasabası hayalleri kuranlar yok mu sanki? Ara ara huzurlu tatiller yapıp, sessiz bir doğada çam ağaçlarının o keskin kokusuyla kitap okumayı tabi ki seviyorum. Ha ama hayatımın genelini orda sürdürebilir miyim hiç sanmıyorum. En fazla beş gün sonra sıkıntıdan kendimi vuracak duvar arıyorum. Beni şehrimin asfaltlarına yapıştırıın diye ağlayacak hale geliyorum.

Hatırlıyorum dedemler ilk yazlık aldıklarında o siteye girdik, bembeyaz evler, yemyeşil ağaçlar, cır cır böcekleri aman yarappim dedim cennete geldim. O zamanlar 13 yaşlarındayım, annem babam sürekli çalışıyor tatilleri yok zaten ben de dede anneanne ile tatildeyim o sitede tam üç ay kaldım. Bir sürü arkadaşım vardı, akşama kadar denizdeyiz akşam oluyor oyun oynuyoruz. O yaşta bir velet daha ne ister? Ben istedim. Sokakta 34 plaka araba görsem hüzünleniyordum falan ilk ergen tribimi orda İstanbulsuzluktan yaşamış olabilirim.

Kooskoca üç ay geçti İstanbul'a otobüsle dönüşte boğaz köprüsüne geldik sanki yıllardır yaşadığım şehir değilmiş gibi gözlerim falan doldu ağladım ağlayacağım, bir de akşam saatine denk geldik deli gibi bir trafik var ben nasıl mutluyum trafiğine ölürüm o ışıl ışıl far lambaları gözüme dünyanın en güzel manzarası gibi geliyor. Otobüsten iner inmez asfaltı öptüm. O gün anladım ki ben şehir insanıyım.


İstanbul bazen çok yavşak bir şehir olabiliyorsun ama kollarımın alabildiğine seviyorum seni.

29 Ocak 2012 Pazar

Kış bi' çekilir misin canım?

Kışın ne kadar şık giyiniyorsam o kadar üşüyorum. Haliyle dışarı çıkmak istemiyorum, yazın yap karizmayı kışın boz yap-boz mu oynuyoruz lan burda. Sosyalliğin enerjinin dibine vurmanın mevsimi kesinlikle yaz NOKTA.

Kışları insanlar da ayılar gibi evlerine çekilmeli, uyumasak bile kışın her aktiviteden muaf olmalıyız. Okul olmasın, iş olmasın mesela. Eveet diye çığlıklarınızı duyar gibiyim. Burdan akademisyenlere sesleniyorum bu fikri güzel bir tabana oturtup süsleyip püslersek bu hakkımızı edinebiliriz.

Düşünsene sabahın köründe kalktın, yatak hala sımsıcak ayağını yorgandan dışarı atacak oluyorsun bırrr diye daha bir büzüşüyorsun. Bin küfrederek o yataktan çıkıyorsun, çıktığına değiyor mu peki hayır. Soğuk insanın enerjisini emiyor, hani derler ya soğuk yordu diye var öyle bi' şey. İşe ya da herneyse okula gidene kadar bacaklarını soğuktan kasmaktan bacaklarına ağrı girdi, yüzüne yüzüne yediğin o buz gibi hava da zaten iliğine işledi. Hadi gel bu günün bir hayrını gör de verimli ol. Kışın evimizde oturalım sevgili yetkili duy sesimi.

Ama ben ayılar gibi evde yatalım bütün kış kıçımızı devirip uyuyalım mı diyorum? Hayır. Deseniz ona da itirazım olur mu? Ona da hayır. Şöyle mis gibi kışları evimizde otursak, çalışma ve zorunluluklardan ötürü yapamadığımız her şeyi kış mevsiminde yapsak. Kitaplarımızı okusak, izleyemediğimiz filmleri izlesek, birikmiş düşüncelerimizi seslendirsek. Daha yararlı ve arınmış bir insanlığa dönüşürüz.

Tabi ki bazı sivri zekalılar olacaktır. Yau kardeşim ben kışı seviyorum yazı sevmiyorum donum bi tarafıma yapışıyor sıcaktan diye söylenebilir. Siz kışın zorunluluklarınızı yerine getirin, biz yazın sonra hayat bayram olsun. Kışkışlamak diye bir kelime var da yazyazlamak diye bir kelime duydunuz mu olsa da dünyanın en sevimli kelimesi ünvanını alırdı.

Ne olmuş yani azıcık uçtuysam her insanın bir ütopyası olabilir. Bu da benim ütopyam.

Kışları benden hiç bir şey beklemeyin!

İnsanlığa açık mektubumdur.

Au revoir.

24 Ocak 2012 Salı

Yeni nesil umut tüccarları

Umut tüccarları diye suçladığımız ve hepimizin bildiği bir kesim vardır: Avukatlar.

Ama şimdi ben ondan bahsetmeyeceğim. Ayrı bir tür olan yeni nesil umut tüccarları: Özel ders öğretmenleri

Öyle ki şurda anlatacaklarıma küfürle başlasam söverek bitirsem yeri olur. Canım benim anladım çok iyi hocasın %100 başarı garantisi veriyorsun da napıyorsun hap mı atıyoruz herkesin aynı seviyede olduğu bir dünya nerde lan?  Adam öyle bir anlatıyor ki hemen kendini inandırıyorsun hah ben şimdi ders alacağım bu adamdan vuhuuu bütün derslerim tavan yapacak, diğer salaklarda salaklıklarına doymasın düşünemiyorlar ki saftirik osmanlar. Öyle sen havalarda uçar durursun ki bu çok tehlikeli değil kendini gazlıyorsun bi' yerde motivasyon da diyebiliriz.

Ama o güdümlü umut tüccarı durmak bilmez bu umutları ailene de aşılar işte o sakat, o tehlike, o ölüm tehlikesi! Abartısız söylüyorum ben lise sondayken bir adamdan ders alıyordum; gitti babama dedi ki İstanbul Üniversitesi garanti, biraz çalışırsa Boğaziçi olur. Bak bak biraz çalışırsam godoşa bak. Babam kutlamalara başladı kızım Boğaziçinde okuyacak, hep beraber öyle bir moddayız biz. Ay diyorum bizim buraya da ters tek vesaitte yok ama ne yapalım koskoca Boğaziçini kazanmışım gitmeyecek miyim? Yok yok gitmemek olmaz.

Sonra ilk bir ayım Boğaziçi hayalleriyle geçti, o sıra denemeler falan yapılıyor tabi ben yavaş yavaş İstanbul Üniversitesini de düşünmeye başladım. Aslında İstanbul Üniversitesi daha iyi bir üniversite neden çünkü Boğaziçindeki tiplerle ben anlaşamam zaten, şimdi kazanacağım sonra okulu bırakmak için aileyle tartış falan ailemi karşıma almak istemiyorum yani yoksa ilk 370 sıralamayı alıyormuş ne alakası var. Ulan ben o ara 3 milyon kişi giriyorsa sınava 3 milyon-370 kaç kişiyi geçmem lazım falan o hesabın içinden bile çıkamıyorum. İlk bin-ikibine girsem iyidir diyerek İstanbul Üniversitesine yöneldim falan babam kızıyor ne alakası var on soru daha çöz Boğaziçi olsun topu topu ömründen bir sene feda edeceksin sonra rahatsın. Ne on sorusu, kaç on soru??

Bakıyorum denemelerde puanlar az geliyor, umut tacirimiz başlıyor ÖSS'de bu denemelerde aldığından 20-30 puan fazla alacaksın, biz sizi denemelerde özellikle zorluyoruz. İnandık tabi, ama ne yapın inanmayın. Bak tecrübedir paylaşıyoruz şurda.

Sonra neyse sınava girdik, sonuçlar geldi. Baktım Boğaziçi ve İstanbul ucundan(!) kaçıyor. Sonra aile harbi çıktı tabi adam inandırmış resmen bizi, biz de bir hayal kırıklığı aileden biri ölse bu kadar üzülürüz. Ha sonra sonucu söyleyeyim İstanbul Bilgi Üniversitesine girdik. İstanbul olmadı ama İstanbul Bilgi oldu. Bunun adı daha uzun, daha afilli (!) ondan canım yoksa beni ne fakülteler, ne dekanlar istedi.

Burdan o hocaya bir çift sözüm var, seni bulacaaam oğlum!

PS: Babam hala biraz çalışsaydın sen Boğaziçini kazanırdın der.



21 Ocak 2012 Cumartesi

Küfürlü içerik

Kızlara küfür yakışmıyor diyen insanlar var onların götüne koymak lazım diye düşünüyorum. Herşeyin bir yeri, adabı varsa küfürün de var. Küfüre karşı insanı anlarım da kıza yakışmıyor ne lan?

Öncelikle şunu belirteyim, kız erkek ayırmam da cümlenin başına sonuna ortasına marifet gibi küfür ekleyen insanlardan tiksinirim. Ama bazen öyle bir şey oluyor, öyle bir durum gerçekleşiyor ki orda ne desen o küfürün yerini tutmuyor. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı an derler ya hah öyle durumlar da küfürü yapıştıracaksın. Küfür böyle durumlar içindir.

Elastikiyetini sevdiğimin Türkçesi de öyle müsait ki kelime oyunlarına, öyle yaratıcı küfürlerimiz var ki önünde saygıyla eğilinir. Dünya üzerindeki her dili bilmeden iddaa ediyorum ki bizim kadar küfür hazinesi geniş bir millet yoktur.

Bir gün biriyle tartışıyorum ismi lazım değil, beni çileden çıkarmak için etmediği hakaret kalmadı kız beni öyle saplantı haline getirmiş ki ne desem anlatamıyorum derdimi ben diyorum ankara o diyor götüm kara. Sinirliyken kötü laflar etmemeye dikkat ederim, daha çok geyiğine küfür kullanırım ama kız beni çileden çıkardı en son;

"Zekasıza zeka hapı verirsin fitil diye götüne sokar ne diyim daha ben sana" dedim ve ses soluk kesildi. Kıza saatlerdir açıklıyorum bak canım yanlış anladın benimle uğraşmasan, cidden benim seninle bir sorunum yok diye diye ne oldu ben yıprandım en son o da alacağını aldı rahatladı.

Küfür bazen yerine göre gerekli, kızlara da mis gibi yakışıyor.

Nah buraya yazdım.

Ben düşündüm taşındım, lan dedim blog yazmıyorum adam akıllı bari kötü emellerime alet edeyim. Belki çoğu insanın şaşıracağı bir şekilde boş bir duvara bakarak saatlerce oturabilirim, hayır ruh hastası değilim. En azından modern tıbba göre değilim.

Oturup düşünüyorum öyle, ne düşünüyorum desem;

 dünyayı mı kurtarıyorum yok,

insanlığa hizmet eden felsefe akımına öncülük mü ediyorum e oda yok.

Baktım yok annem böyle olmuyor salakça desinler ne diyor lan bu desinler bloguma yazayım bari. Bu kararını ne diye buraya yazıyorsun yazmaya başla diyebilirsiniz ya da belki demezsiniz ama nedeni şu hayatım boyunca hep günlük tutmaya deli gibi heveslendim. Beş altı tane de günlüğüm var ama her birinde beş günü geçmemiştir yazılarım. Öyle de hevesim çabuk kaçıyor.

Bu kez öyle olmasın diyerekten bunu nah buraya da yazdım, yazacağım anasını satayım!